Türkofobi ve İslamofobi Bağlamında Tarihten Günümüze Bir Değerlendirme


  • 2024-10-22

(KTMÜ Rektörü Prof. Dr. Alpaslan Ceylan’ın “İslamafobi ve Türkfobi” konulu Türkiye Yüzyılında I. Uluslararası Türk Diasporası Sempozyumu’nda Yaptığı Konuşma)

Batı idrakinde, muhayyilesinde, felsefesinde, inancında ve siyasetinde kimi zaman Türk karşıtlığı İslam karşıtlığı içerisinde yer almakta, kimi zaman da İslam karşıtlığı Türk karşıtlığının bir parçası olmaktadır. Bu bakış açısı, asırlardan beri süregelen Türk karşıtlığı ve İslam karşıtlığının iç içe geçtiğini ve aslında Batı’nın tehdit olarak algıladığı, nefret objesi haline getirdiği hususun “İslam” denildiğinde diğer Müslüman toplumlardan da önce “Türkler” olduğunu da göstermektedir. Batı’nın oryantalist Doğu imgesinde Müslüman ile Türk imajı birbiriyle örtüşmektedir. Ancak bununla birlikte Batı idrakinde Türk nefretinin ya da korkusunun köklerini Osmanlı’dan başlatan ya da Osmanlı’dan ibaret gören bir bakış açısı da kesinlikle eksik kalacaktır. Çünkü Batı’da Türk’ün “kadim düşman” olarak görülmesi, İslam’dan daha eski asırlara dayanmaktadır.

Şüphesiz ki Büyük Hun Hakanı Attila’nın, hükümdarlığı döneminde Avrupa’nın büyük bölümünü kapsayacak şekilde topraklarını genişletmesi, Roma İmparatorluğu tarafından “baş düşman” olarak görülmesi bunun en önemli ispatıdır. Tarihe bu şekilde bakıldığında, Attila’nın Doğu Roma’nın tahtına ilerleyişi ile Fatih Sultan Mehmet’in Batı Roma’yı sona erdiren İstanbul’un fethi, elbette Batı idrakindeki “baş düşman” imgesinin ya da nefrete dayalı zihinsel ve kültürel kodlamanın Türklere yönelik olmasının köklerini gözler önüne sermektedir. Batı toplumlarında aydınlar ve halk nezdinde bu zihinsel ve kültürel kodlamanın bir ideolojiye dönüşmesinin temel sebebi, aslında Batı ve Doğu Roma’yı yıkanların Türkler olmasıdır. Zihinlere işleyen bu bitmek tükenmek bilmeyen intikam duygusu ve komplekstir.

Malazgirt’ten İstanbul’un fethine, Haçlı seferlerinden İstiklal Harbi’ne kadar uzanan sürece bakıldığında bin yılı aşan bir zaman zarfında batının topluca ve “yok etme” motivasyonuyla yaptığı saldırılara tek başına direnen ve direnmekle kalmayıp varlığını, bağımsızlığını ve egemenliğini de tescilleyen Türkler olmuştur. Bu saldırıların toplu katliamlara ve soykırımlara dönüştüğü süreci anlamak için bilhassa 1800’lü yılların başından 1923’e kadar olan dönem mercek altına alınmalıdır. Balkanlardan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya ve Anadolu’ya uzanan geniş bir coğrafyada Türkler, emperyalizmin ateşten imtihanlarını en ağır bedelleri ödeyerek yaşamıştır.  Bunca büyük saldırılara karşın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemde, dünyada Müslüman toplumların içinde bağımsız devletiyle varlık ve devamlılık gösteren de sadece Türklerdir. Diğer Müslüman toplumlar o dönemlerde manda, himaye, sömürge yahut işgal süreçlerini yaşamaktaydı. Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen milli mücadele ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden önce, milletçe yaşadığımız acılar, maruz kaldığımız katliamlar, bozgunlar, göçler ve işgaller, batı emperyalizminin kirli ve karanlık senaryolarını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda Türkofobi ve İslamofobi bağlamında batı idrakinin duygu ve düşünce dünyasını, Türk imgesini ve nefretini de gözler önünde sergilemektedir. Türklerin verdiği o büyük mücadele, emperyalizme karşı Müslüman toplumlara ve bütün doğu toplumlarına bir umut haline gelmişti.

Ancak Türkofobi ve İslamofobi gibi korkuya, karşıtlığa ve nefrete dayanan zihinsel ve kültürel kodların, sadece batı idrakinde güçlü olduğunu düşünmek de yanıltıcı olacaktır. Bu nefret ideolojisi, sirayet edici, tehdit edici ve yok edici bir soykırım ideolojisidir. Bunun yansımalarını Çarlık döneminden Sovyet dönemine uzanan Rus emperyalizminin, yayılmacı ve sömürgeci hamlelerinde de görmekteyiz. Rusların stratejilerinde gerek Çarlık gerekse komünizm, yayılmacı ve sömürgeci zihniyet için amaca giden yolda sadece birer araçtı. Temel motivasyonları evvela Rusya sınırları içindeki Müslüman ve Türk halklarının olası bağımsızlık hareketlerini bertaraf etmek, dirençlerini ve azimlerini kırmak, aydınlarını yok etmek, neticede asimilasyonun önünü açmaktı. Çarlık döneminde başlayıp Sovyet döneminde devam eden baskılar, göçe zorlamalar, katliamlar tüm acımasızlığıyla bu dönemlerde görülmüştür ve devamında Türkistan topraklarının işgali gelmiştir. Kaldı ki bugün her fırsatta “Orta Asya” olarak ifade edilen coğrafyanın adı o dönemlerde “Türkistan’dı.” Çarlık ve Sovyet dönemlerinde resmî belgelerde de görülmektedir ki Rus emperyalizmi de coğrafyayı Türkistan olarak ifade etmektedir. Ancak ideolojileri ve Türk düşmanlığı ile zamanla coğrafyanın adını değiştirdikleri gibi, kendi ifadeleriyle “etnik haritalarla” ve “halklara özgürlük” sloganlarıyla da Türk kültür ve tarih bütünlüğünü bozma yönüne giderek, Türkistan ifadesini tamamen kaldırmışlar, Türk halklarını birbirinden ayrı halklar olarak göstermeye çalışmışlardır. Temelde dilde birlik olan, ifade biçimleri farklı olsa da Türkçenin dil bütünlüğü içinde birbirleriyle gayet de iyi anlaşabilen Türk halklarını, haritalarla bölüp, yeni alfabelerle de dilde ayırma yoluna gitmişlerdir. Bundaki temel maksat elbette Türkçenin bütünlüğünü kırmak ve birbirleriyle sadece Rusça konuşabilen halklar oluşturmaktı. Özetle ifade edilen bu süreçlerde Türkistan coğrafyasındaki aydınların, maruz kaldıkları bu emperyalizme karşı duruş geliştirmeye çalıştıklarını, direndiklerini ve gelecek nesillere yol açmaya gayret ettiklerini de belirtmek gerekir.

Ancak tüm bu gayretler, Sovyet ideolojisinin acımasızlıklarıyla bedeller ödemiştir. Öyle ki bu baskılar Stalin döneminde zirveye ulaşmış, Sovyetler Birliği işgalindeki tüm Türkistan coğrafyasında 1936-1938 arasındaki büyük katliamlarda Türk aydınları canice öldürülmüşlerdir. Azerbaycan’ın milli marşının ve bugün de herkesçe bilinen “Çırpınırdı Karadeniz” şiirinin şairi Ahmet Cevat, Türkmenistan’da bağımsızlık fikrini diri tutmaya çalışan aydın ve devlet adamı Gaygusuz Atabayev, Özbeklerin büyük şairlerinden ve bugün herkesçe bilinen “Güzel Türkistan” isimli şiirin müellifi Abdülhamid Çolpan, Türkistan coğrafyasında direnişin sembolü olmuş ve şiirleriyle Türk birliğini ve bağımsızlık ateşini körüklemiş olan Kazak aydınlardan Mağcan Cumabay, Kırgızların ünlü Türkologlarından, fikir ve devlet adamlarından olan Kasım Tınıstanov gibi isimler, bu dönemde Sovyetler tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüş Türk aydınlarıdır. Bu katliamlarda can verenlerin sayısı, bugün dahi net olarak tespit edilememekle birlikte düşünün ki yüzbinlerle ifade edilmektedir. Bu aydınlar, sözde mahkemelerde yargılanırken, türlü kara propagandalara, iftiralara maruz kalmışlar, “halk düşmanı, karşı devrimci, burjuva işbirlikçisi, gerici” ilan edilmişler ve Pan-Türkist, Pan-İslamist ve Turancı olarak yargılanmışlardır. Sovyetlerin sözde mahkemelerde yargılayıp yok etmeye çalıştığı doğrudan doğruya Türklük şuuruydu. Ancak fikre kurşun işlemez ve kurşunlara dizilerek can veren aydınların bıraktığı büyük miras da budur.  

Sovyetlerin, 1936-1938 dönemindeki acımasız katliamlarının ardından, İkinci Dünya Savaşı başlamış ve 1941-1945 arasındaki ağır savaş koşullarında Sovyet ideologları “ortak düşman” Nazi Almanya’sına karşı savaşta Türkistan coğrafyasından asker toplamak ve kaynakları diledikleri gibi kullanabilmek adına Türkofobik, İslamofobik, din ve milliyet karşıtı baskı, asimilasyon ve yok etme politikalarını nispeten yumuşatma yoluna gitmişlerdir. Türkistan coğrafyasından yüzbinlerle ifade edilen genç, bu savaşta can vermişlerdir. Ancak Sovyetler Birliği Berlin’e girdikten sonra, zaferin payını Moskova hiç kimseye bırakmamıştır. Düşünün ki aydınları savaştan önce katledilmiş, genç nüfusu ise bu büyük savaşta can vermiş Türkistan coğrafyası tabiri caizse kara bulutlarla çevrilmiş, çaresizliğe düşmüş ve kaderine razı olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından galip ve muzaffer olma duygusuyla tekrar propaganda fırsatı yakalayan Sovyet ideologları, sözde yumuşatma yoluna gittikleri Türkofobik ve İslamofobik baskılarına kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Savaş sonrası dönemde Sovyetlerin Türk ve İslam düşmanlığına dair nice misaller verilebilir, ancak bir tanesini ve belki de en önemlisini öne çıkarmak gerekirse; Türk kültür ve tarih bütünlüğünün ayrılmaz unsurları olan destanlara dahi Sovyet ideologları düzenledikleri panel, konferans ve sempozyumlarla, yayınladıkları sözde bilimsel makalelerle müdahale etmeye çalışmışlardır. Sovyetler tarafından müdahale edilmeye, eksiltilmeye ve sansürlemeye maruz bırakılmak istenen destanların başında da Kırgızların yaşattığı, binlerce mısralık Manas Destanı gelmektedir. Savaş sonrası dönemde Sovyet ideologları “dinsizleştirme” ve “milliyetsizleştirme” politikalarıyla birçok faaliyet göstermişler, Manas Destanı’nını da bu anlamda Pan-Türkist ve Pan-İslamist fikirlerin dayanaklarından biri olarak görmüşlerdir. Bu açıdan da Manas Destanı’nın özellikle ünlü Manasçılardan Sagımbay Orozbekov varyantının üzerinde durmuşlardır. Bu varyanttaki destan bölümleri içindeki “özüm Kırgız tübüm Türk” gibi ifadeler, tek tek belirtmek gerekirse Türk, Türkistan, Turan sözlerinin mısralarda bir Türklük vurgusu ve şuuruyla söylenmesi, ayrıca Allah, Muhammed Peygamber, Kur’an, İslam, Müslüman, İman gibi ifadelerin mısralarda dinî vurguyla belirtilmesi, Sovyet ideologlarının temelde tepki gösterme sebepleriydi. Fakat komünizm ideolojisinin jargonuyla Sovyet ideologları, öncelikle destanda “zenginlere övgü, fakirlere yergi” yapıldığını, bu yönüyle Manas Destanı’nın “burjuva geleneği” olduğunu, aslında kahraman olarak gösterilen Manas’ın bir “halk düşmanı” olduğunu, bu destan aracılığıyla yoksul emekçi halkın sömürüldüğünü ifade etmekteydiler. Ancak bu türden asılsız, dayanaksız ve hatta komik hale de gelen tenkitlerin gerçek sebebi destanın belli bölümlerinde tekrar edilen, belirttiğimiz üzere Sagımbay Orozbekov varyantındaki Türklük ve İslamiyet vurgusuydu. Sovyet ideologları açıkça bu ifadelerin, destandan çıkarılmasını teklif ve talep etmekteydiler. Elbette ne Sagımbay Orozbekov varyantı ne de Türklük ve İslamiyet vurgusu yapılan ifadeler ve diğer varyantlar, Kırgızların destancılık geleneğinden kopmadı ve bugüne kadar da devam etti. Ancak Türkofobi ve İslamofobi bağlamında, destanlara dahi müdahale etmeye ve saldırmaya çalışan Sovyet ideolojisi de tarihe bir karanlık dönem olarak geçti.

Sovyetler Birliği’nin Türkofobik ve İslamofobik stratejilerinden biri de Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin sunî bir şekilde bölünmesini ve bu haritalarda ihtilaflı bölgelerin bulunmasını sağlamaktı. Rus emperyalizminin temel amacı, sınır ihtilaflarıyla birbirine düşman hale getirdikleri halkları kolayca buyruğuna almak ve yönetmekti. Sovyetler Birliği’nin Kafkasya ve Türkistan coğrafyasındaki haritalarına bakıldığında bu ihtilaflı bölgelerin günümüze kadar nasıl sirayet ettiği görülecektir. Bütün Türk dünyası için büyük bir yara haline gelen Karabağ meselesi, bu stratejinin en bariz örneğidir. Tarihî Türk topraklarını Ermenilere veren Sovyet idaresi, Karabağ’ın da çözümsüz bir ihtilaf meselesi olarak kalmasını istemişti. Bugün Azerbaycan, Sovyetler çöktüğünde işgale maruz kalan topraklarına 30 yıl aradan sonra Azerbaycan ordusunun büyük harekatıyla kavuşmanın ve zaferin sevincini yaşayabilmiştir. Şuşa’ya, Cebrayıl’a, Fuzuli’ye, Kelbecer’e 30 yıl sonra kavuşulmuş ancak hâlâ Zengezur koridoru açılabilmiş değildir, ihtilaf devam etmektedir. Buna benzer Sovyetlerin karanlık mirası olan sınır ihtilafları meselelerinden biri de günümüzde de zaman zaman çatışmalara sebep olan Kırgızistan Tacikistan arasındaki sınır ihtilafıdır. Türkiye, Karabağ meselesinde nasıl ki Azerbaycan’ın yanında yer aldıysa, bu sınır ihtilafında da Kırgızistan’a desteğini sergilemiştir. Ancak bir kez daha vurgulamak gerekir ki Sovyetlerin karanlık miraslarından biri sınıf ihtilaflarıdır ve bu meselelerin çözümü doğrudan doğruya Türk dünyasının geleceğini ve kaderini belirleyecektir. 

Neticede Sovyetler Birliği yıkılmış ve bağımsız Türk devletleri, birbirleriyle ilişkiler kurup, kardeşlik hukukunu güçlendirecek şekilde ilerlemiş ve hatta uluslararası arenada bu kardeşliği vurgulayacak kurumlarını da teşkil etmiş bir biçimde dimdik ayaktadır. Türk dünyası, büyük tehditlere rağmen, irade ve azimle, kendi fırsatlarını yaratma yolunda ilerlemektedir. Kusurlarımızla yüzleşip, kazanımlarımıza sahip çıkmanın ve geliştirebilmenin yollarını aradığımız, zor bir dönemden geçmekteyiz. Tarihin bu döneminde gelecek nesillere bırakabileceğimiz miras belki de bu kazanımların gelişmesini sağlayabilecek kurumlar olacaktır.

Türkofobi ve İslamofobi, sabıkalı ve sapkın bir ideolojidir. Bu ideolojiyi benimseyen yüzler coğrafyalar ve isimler farklı olsa da özde aynı nefretle beslenen bir ideolojidir. Bugün dünyada İsrail’in Gazze’de Müslüman Filistin halkını soykırıma maruz bırakması konuşulmaktadır. Mazlumlar seslerini duyurmaya çalışmakta, zalimlerin sesi gür çıkmaktadır. Gazze’de yaşananlar bu nefretin, düşmanlığın ve yok edici ideolojinin başka bir yüzüdür. Doğu Türkistan’da Uygur kardeşlerimizin maruz kaldığı Çin zulmü bu ideolojinin başka bir yüzüdür. Rejimler farklı, coğrafyalar farklı, isimler farklı, ideoloji aynı sapkın ideolojidir.  Her ne kadar batı idrakinden ve Sovyet mirasından Türkofobi ve İslamofobi misalleri verilmişse de aslında İsrail ve Çin örnekleriyle de görülmektedir ki sadece Hıristiyan dünyasında değil, Yahudi ve Budist inançları çevresinde yetişmiş aydınların ve halkların nezdinde, zihinsel ve kültürel kodlarında Türkofobi ve İslamofobi çok belirleyici olduğu görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında dahi Türk dünyasının her bölgesinden aydınların omuzlarında büyük ve tarihi bir yükün olduğu görülecektir. Çağın idrakine karşı Türk aydınları aciz ve suskun kalmamalıdır, aydınlarımız Türk ve İslam düşmanlığının boyutlarını ifade etmek üzere en hafif tabirle fikir ve şuur teşebbüsünde buluşmalıdır.     

 

  

      

 

 

    Sosyal medyada paylaşın